Menü Kapat

Tasavvufta Sadece Dinlenir Mi? Soru Sorulmaz Mı?

Oruç Hoca (Rahmi Oruç Güvenç) soru sorma konusuna örnek olarak, üstadı Fazıl Bey’in (Fazıl Güvey) başından geçen bir olayı anlatırdı:

Yeni asker Fazıl Bey birliğine katılmak için trenle bir şehre (şehrin adı aklımda değil) varır. Tren garında, kendisi gibi bir tren dolusu yeni asker arasında yürürken omuzuna bir el dokunur:

— Fazıl Bey?

— Benim?

— Buyrun gidelim.

— Peki…

Oruç Hoca burada Fazıl Bey’in sen kimsin, nereye gidiyoruz, niye gidiyoruz gibi sorular sormadığını vurgulardı. Ama asıl konu bu değil.

Gelen kişi Fazıl Bey’i Ahmet Hüsameddin Efendi’ye götürür. Ahmet Hüsameddin Efendi (galiba) 40. batından Seyit’tir. Fazıl Bey askerlik süresince Ahmet Hüsamettin Efendi’nin hizmetinde bulunur. Fazıl Bey bu dönem hakkında, “Bir kere olsun kendisine bir soru yöneltmedim, ancak bütün soruların cevaplarını gönlümde hazır buldum” dermiş. İşte asıl konu bu.

Tasavvuf yolunda soru sormaya sıcak bakılmaz. Soru sormayla ilgili olarak Oruç Hoca şu deyişi söylerdi:

“Bilen sualden müstağni, bilmeyene sual perde”

Bir de şöyle derdi:

“Soru sormaya izin var, ama sadece cevabını bildiğiniz soruları sormaya izin var.”

Ben, şahsi deneyimim sonucu şu sonuçları çıkarttım:

Soru, sohbette akışı keser

Gerçek sohbette konuşan kişi kendisinden konuşmaz. Bir kaynağa bağlanır ve oradan gelenleri aktarır. Yine Fazıl Bey, sabaha kadar süren sohbetin ardından kafasını kaldırır ve “ne anlattım?” diye dinleyicilere sorarmış. Gerçek bir sohbette dinleyici dikkat ederse kişinin kendisinden konuşmadığını fark edebilir. Dikkat yetmezse ya da tecrübesi yoksa bile bir farklılık olduğunu anlar. Biraz kendinde olan dinleyicilerin, bu tip sohbetlerde zaten içlerinden soru sormak gelmez. Sorular çoğunlukla o an için kendine fazla odaklananlardan gelir.

Soru, kişinin konu ile ilgili enerjisini düşürür

Gerçek soru insanın içindeki bir tohum gibidir. Kişi dikkatini bu tohuma yönelterek onu besler. Bunu, beyinde bir odak etrafına bir nöron ağı örmek diye açıklayabilirim (kaynak: öyle geliyor).

Gerçek soru insanın farkındalığında bir odak noktasıdır ve kişinin algıda seçiciliği üzerinde belirleyicidir. Bu, sorusuyla bağlantılı olabilecek şeylerle karşılaştığında dikkatinin artması anlamına gelir. Böylece, mesela Ahmet Hüsameddin Efendi, Fazıl Bey’in aklına takılan bir konu ile bağlantılı olabilecek şeylerden bahsettiğinde Fazıl Bey dikkat kesilir. Ya da kendisine verilen görünüşte sıradan bir görevi aniden bu çerçevede algılamaya başlar. Öyle ki, sıradan yaklaşımla konuyla bağlantısız görülebilecek deneyimler bile, son derece yaratıcı yöntemlerle bu nöron ağına katılabilir.

Sürecin sonunda insanın yapısında kalıcı bir değişiklik olur. Oruç Hoca buna nöron havuzunun dolması derdi (‘nöron havuzunun dolması’ndan bunu kastetmesi benim yorumumdur).

Kişi soru ile ilgili yeterli çabayı göstermeden sorusunu ifşa ederse, yani soruyu sorarsa, süreci zedeler. Çünkü dışsallaşan soru gizemini, kutsallığını yitirir. Burada gizem kelimesini kişide bilinmeyene duyulan merakı, kutsallık kelimesini de kendi mahremiyetine gösterdiği saygıyı karşılamak amacıyla kullanıyorum. Bu ikisi, dikkati soru üzerinde tutmada belirleyicidir. Gerekli ihtimamı göstermeden sorulan soru sıradanlaşır ve bize ait olma hissini yitiririz. Artık merakımızı cezbetmez olur. İhtimal ki söz konusu nöron odağı bir defa daha aynı amaçla kullanamaz hale gelir.

Soru sorumluluk hissini azaltır

Yukarıdaki madde içinde de verilebilir ama ben ayrı değinmeyi tercih ettim. Soru, gizem ve kutsallıkla birlikte insana bir sorumluluk da yükler. Bu, kişinin özüne karşı hissettiği bir sorumluluktur. Öz, insanı sürekli olarak kendine çağırır ve kişinin bu çağrı yönünde atmadığı adımlar vicdanına yük olur. İşte soru, dikkati ve dolayısıyla varlığı yönlendirmesi sebebiyle bir sorumluluk ortaya koyar ve dikkat üzerinde bu bakımdan da etkilidir. Sıradan bir şeklide soruluvermesi, bu sorumluluğun bir nebze olsun yerine getirildiği yanılgısını oluşturur. Dikkat dağılır.

Oruç Hoca’dan yukarıda alıntıladığım sözlerle bağlantı kurmak gerekirse şunları söyleyebilirim:

Tasavvufta, ancak üzerinde yeterince çalışılmış ve bir sonuca ulaşılmış, yani nöron havuzunu doldurmuş sorular sorulabilir. Bu durumda kişi sorusunun cevabını biliyordur (aynel yakin). Soruya ihtiyacı yoktur (müstağni). Zaten soruyu muhtemelen bütünün menfaati amacıyla sormaktadır.

Kişi bilmediğini sorarsa, hayatın, gerçeği idrak için kendisine sunduğu bir fırsatı heba etme ihtimali vardır. Bu da perdedir.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir